Şehitlerimizin ve Gazilerimizin
Hukukunu Müdafaa (4)
Anadolu halkını düşmanın karşısına diken, “cihad şuûru” idi. Onlar çok iyi biliyordu: Küffar bir İslam beldesine girdi mi cihad etmek herkese farz-ı ayn olmakta idi. Yine fıkıh hükümlerinden biri de şu idi: “Müslümanlara hücum eden küffâra yardımın hangi çeşidiyle olursa olsun yardım eden, onlar gibi kâfir olur.”
Anadolu’da bir ”İstiklal mücahedesi” başlamıştı. Bu yolun sonu Allah’ın izniyle zaferdi, neticesi ise hürriyetti. Temel değerlere kavuşmaktı. Bunu bilen İngiliz kâfiri ve diğer düşmanlar, İstanbul idaresine baskı yaparak kurtuluş mücadelesine katılmanın önünü kesmek, bunun için de bir fetva çıkarttırmak istiyorlardı.
Cihadın farz-ı ayn olduğu gerçeği ortada iken, küffârın istediği fetvayı kim verebilirdi? Ama maalesef her devirde örneği görüldüğü gibi, o yıllarda da düşmanın davulunu çalanlar görülmüştür. Şeyhülislam İbrahim Efendi’nin meş’um fetvayı vermemek için Şeyhülislamlık makamından ayrılması üzerine o makama getirilen Dürrizâde Abdullah Efendi, 11 Nisan 1920 tarihli bir fetva verdi. Bu fetvada hülasa olarak; Anadolu hareketinin Padişah’a karşı ayaklanma olduğu belirtiliyor ve Kuvâ-yı Milliye kötülenerek, ileri gelen simaları hakkında idam fetvası veriliyordu. Bu fetva İstanbul gazetelerinde yayınlanmış, daha sonra işgal kuvvetleri tarafından çoğaltılarak uçaklarla Anadolu’da dağıtılmıştır.
Bu uyduruk fetva İstanbul gazetelerinde yayınlanır yayınlanmaz, buna ilk tepki gösteren İslâm âlimlerinden biri Bediüzzaman idi. İslâm’ın hükümlerini hatırlatan Bediüzzaman, “Bir İslâm beldesi küffâr tarafından işgal edildiği takdirde, savaşmak yediden yetmişe her Müslümana farz-ı ayn olur. Bu bakımdan İngilizlerin desiselerine aldanmayın, vurun onları!” demiştir.
O sıralar henüz TBMM açılmamıştı. Seçilen milletvekilleri yurdun dört bir yanından Ankara’ya geliyor, orada geceli gündüzlü, kurtuluş mücadelesinin planlarını konuşuyorlardı. Ne yapabilirlerdi? Düşmanların oyunlarını nasıl bozabilirlerdi? İlk iş olarak karşı fetva yayınlanması kararlaştırıldı. Ankara Müftüsü ve aynı zamanda Ankara Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi olan Mehmet Rifat Efendi başkanlığında beş müftü, dokuz müderris ve altı ilmiye mensubundan meydana gelen toplam yirmi kişilik bir grup karşı fetva hazırlığına başladı. Hazırlanan fetva metninde, Anadolu’da işgal kuvvetlerini yurttan defetmek üzere yapılan çalışmaların meşru olduğu, Padişah ve Halife’nin düşman elinde esir bulunduğu, esir olan Halife’ye zor ve baskı kullanılarak fetva yayınlattırıldığı, dolayısiyle onların yayınlattığı fetvanın geçersiz olduğu belirtiliyor ve düşmanla mücadelenin farz-ı ayn olduğu üzerinde duruluyordu. Bu fetva, 19-22 Nisan 1920 tarihlerinde Öğüt, İrade-i Milliye ve Açıksöz gibi Millî mücâdele taraftarı gazetelerde yayınlandı. Ayrıca bu fetva 16 Nisan 1920’de Heyet-i Temsiliye Riyaseti’nce Anadolu’ya gönderilerek bütün müftülüklere tebliğ edildi. Müftüler de bu fetvayı tasdik ettiler. Anadolu’nun en meşhur âlimleri de imzalarını attılar. Böylece “gerçek cihad fetvasını” imzalayan âlimlerin sayısı 153’ü buldu.
Bu fetvadan sonra eli silah tutanlar akın akın teşekkül etmekte olan orduya ve düşmanla savaşan kuvvetlere katılmaya başladı. Bu bakımdan bu fetvaya, “Kurtuluş Mücadelesinin temel unsurlarından biri” gözüyle bakmak gerekti.
Yirmi kişilik bir ulema grubu tarafından hazırlandıktan sonra, yurdun dört bir yanından meşhur âlimlerin de tasdik mânâsına gelen imzalarını attıkları bu tarihî fetvada günümüz Türkçesiyle ve hülasa olarak şöyle denilmekteydi:
“Düşman devletleri tarafından işgal edilen saltanat ve hilâfet makamının merkezi İstanbul’da Müslüman askerler silahtan arındırılmış, bazıları öldürülmüş, tüm istihkâmlar, kaleler zaptedilmiş, Babıâli ve Savunma Bakanlığına el konularak halifenin halkın menfaatlerini koruması önlenmiş, sıkıyönetim ve divan-ı harpler kurularak İngiliz kanunları uygulanmış ve böylece Halifenin yargı yetkisine karışılmış, Osmanlı memleketlerinden İzmir, Adana, Maraş, Urfa, ve Antep düşman saldırısına uğramış, buralarda yaşayan gayrı Müslim insanlarla birleşerek Müslümanlar öldürülmüş, malları yağmalanmış, mukaddes inançlarına hakaret edilmiştir.
“Bu durum karşısında, İslâm Halifesinin düşman elinden kurtarılması için bütün güçlerini kullanmak bütün Müslümanlar için farz olur mu?”
“El-Cevab: Allahu Teâlâ a’lem olur.
“Bu suretle kanunî hakkını ve Hilâfetin gücünü geri almak ve fiilen saldırıya uğrayan yerleri düşmandan temizlemek için mücadele eden İslâm halkı dinen âsi olur mu?
“El-Cevap: Allahu Teâlâ a’lem olmazlar.
“Bu suretle düşmanlara karşı açılan mücadelede vefat edenler şehit ve hayatta kalanlar gazi olurlar mı?
“El-Cevap: Allahu Teâlâ a’lem olurlar.
“Bu suretle işgalci düşman kuvvetlerine karşı savaşanlara karşı çıkanlar ve onlara karşı silah kullananlar en büyük günahı işlemiş ve fasat için çalışmış olurlar mı?
“El-Cevap: Allahu Teâlâ a’lem olurlar.
“Düşman devletlerin tesiriyle gerçeklere aykırı olarak çıkarılan fetvâlar Müslüman halk için dinen geçerli olur mu?
“El-Cevap: Allahu Teâlâ a’lem olmaz.”
TBMM çalışmaya başladıktan sonra “İrşad Komisyonları” kurulmuştur. Bu komisyonun görevi, millî mücadele aleyhine kışkırtılan yerlerde halka nasihat etmek, doğruları anlatmak; Yurdun en ücra yerlerine kadar giderek Kurtuluş Mücâdelesinin gereğini ve cihadı anlatmak; Orduya katılan askerlere cihad ve şehâdet şuurunu telkin etmek, çarpışmalardan önce ordu mensuplarına va’z u nasihatta bulunmak ve onları cihada teşvik etmekti. 7 Mayıs 1920’de seçilen ilk irşad heyetinde yer alan 17 kişiden çoğu dinî ilimler tahsil etmiş kimselerdir.
Bu irşad heyeti görev dağılımı yapmış ve gruplar halinde görev bölgelerini karış karış dolaşmışlardır. Bir heyetin başkanlığını yapan Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey çalışmalarını ve kendi heyetinde bulunan Hoca Alim Efendi’nin çalışmalarını şu şekilde nakletmektedir:
“…Heyetimiz üyelerinden Dr. Tevfik Rüştü, Hoca Alim Efendi’ye dedi ki:
“‘ Efendi hazretleri! Siz şimdi kentlerde, köylerde, istiklal, vatan sevgisi, cihad, devlete itaat gibi zafer için şart mevzuların İlâhî ve dinî emir olduğunu tevsik eden misaller vereceksiniz. Bunları acaba halkın kolaylıkla, sıkıntısız, apaçık anlayacağı bir dille yapmanız mümkün müdür?’
“Hoca Efendi, tereddütsüz cevap verdi:
“Ne demek? Neden olmasın? Hatta böyle olması dinimizin sarih [açık] emridir… Biz bu hakikatleri halka mı anlatacağız, yoksa kendimize mi?’
“Vazife bölümü yaptık. Açıklayacağımız meseleleri Dr. Tevfik Rüştü ile ben ele alıyorduk. Hoca Alim Efendi de gayemize uygun telkinleri dinî naslarla apaçık bir dille önlerine koyuyordu. Camiler insan almıyordu. Vazife gördüğümüz yerlerde mahallî tâbirleri bile öğreniyorduk.”