MİSAFİR KALEM


İSKENDER DİYE BİRİ

..


İSKENDER DİYE BİRİ
  Kışın uzun sürdüğü, gecelerin gündüzü boğduğu İsveç’in kuzey kasabalarından birinde doğdu Alexandr. Çocukluğu, karla kaplı sokaklarda kızak kaymakla, akşam olunca annesinin mum ışığında dua edişini seyretmekle geçti. Evlerinin oturma odasında eski bir ahşap dolap vardı; üstünde Meryem’in ve İsa’nın ikonaları. Annesi her sabah bu ikonaların önünde diz çöker, mırıldanarak dua ederdi.
  Babası daha katıydı; pazar sabahları bütün aileyi kiliseye götürür, papazın sert sesli vaazlarını dikkatle dinlerdi. Alexandr küçücükken bu törenlerin ihtişamından etkilenirdi. Çan sesleri, tütsü kokusu, yüksek tavanlarda yankılanan ilahiler… 
  Ama yıllar geçti. Alexandr on iki yaşına geldiğinde annesinin duaları azaldı, ikonaların tozu silinmez oldu. Babası da kiliseye gitmeyi bıraktı. Yerine bilim kitapları, felsefi tartışmalar girdi evin gündemine.
  “Artık çağ başka bir çağ,” dedi babası bir akşam sofrada.
  “Tanrı insanlara değil, insanlar Tanrı’ya ihtiyaç duyuyor. Biz artık aklımızı kullanacağız. İlim bize yeter.”
  Alexandr’ın çocuk yüreği bu sözleri anlamadı, ama evin havası değişti. Çan seslerinin yerini televizyon tartışmaları aldı. İnanç, evin duvarlarından çekilip gitti.
  Gençlik yıllarında Alexandr artık yalnızca derslerinde başarılı bir öğrenci olarak görülüyordu. Fizik, matematik, felsefe… Hepsinde üstündü. Fakat geceleri yatağına girdiğinde, derin bir boşluk kaplıyordu içini. Tavanı seyrederken içinden bir ses soruyor soruyordu:
  “Hayat ne için? Nereye gidiyoruz? Ölümden sonra ne var?”
  Bu soruları annesine sormaya çalıştığında, annesi başını çeviriyor, cevap vermiyordu. Babası ise keskin bir kahkaha atıyordu: “Ölümden sonra hiçbir şey yok. Toprak olacaksın. Fazlasını arama.”
  Ama Alexandr’ın içi ikna olmuyordu. “Hiçlik” kelimesi, ona daha da korkutucu geliyordu.
  Bir akşam, kışın karanlık saatlerinde, dışarıda tipi uğulduyordu. Alexandr masasında oturmuş, kitaplarını kapatmıştı. Ellerini saçlarının arasına geçirdi. Kalbinin içi karanlıkla dolmuştu. Birden ayağa kalktı, odasındaki kalın ipi aldı.
  İçinden geçen cümle şaşılacak derecede manasızdı: “Yaşamanın anlamı yok. Bitsin artık.”
  Tam boğazına ipi geçirip sandalyeye çıkmışken kapı çalındı. Kapının ardında en yakın arkadaşı Johan vardı.
  “Alexandr, buradasın değil mi? İçeri gireyim mi?.”
  Cevap gelmeyince kapıyı açtı. Gördüğü manzara karşısında gözleri dehşetle büyüdü. Sandalyeyi tekmeyle devirdi, ipi kesti, Alexandr yere düşmüştü.
  “Delirdin mi sen? Ne yapıyorsun?!” diye bağırdı. Alexandr gözyaşlarıyla fısıldadı: “Hayat boş… İçimde hiçbir şey yok. Ne Tanrı var, ne anlam… Yalnızca boşluk…”
  O gece Johan sabaha kadar onun yanında kaldı. Ama sabah olduğunda Alexandr’ın yüreğinde hala o karanlık çukur vardı.
**
  Alexandr, intihar girişiminden haftalar sonra bir sisin içinde dolaşıyor gibi oldu günlerce. Üniversiteye gidiyor, derslere giriyor, notlarını alıyordu ama hiçbir şeyde mana bulamıyordu. İnsanların gülüşleri ona hep sahte geliyor, kitapların bilgisi ise yaralı kalbine merhem olmuyordu.
  Bir gün şehir merkezinde, kış soğuğuna rağmen boş boş yürürken küçük bir dükkânın önünde durdu. Camda kırmızı-beyaz bir bayrak vardı: Türk bayrağı. İçeriden ustura sesleri ve hafif bir ney ezgisi duyuluyordu. Kapının üstündeki tabelada şu yazıyordu: “Berber Ömer Usta”.
  Kapıdan içeri adım attığında sıcak bir hava ve hoş bir sabun kokusu sardı onu. Aynada kendisine bakan, sakallı, güleç yüzlü bir adam gözlüğünü düzelterek gülümsedi.
  “Hoş geldin kardeşim,” dedi adam. “Tıraş mı olacaksın?”
  Alexandr istemsizce başını salladı. Sandalyeye oturdu. Ömer, ustura ve fırçasını hazırlarken tatlı bir merakla sordu:
  “Buralı mısın?”
  “Evet, bu şehirde doğdum,” dedi Alexandr. “Ama ailem Doğu Avrupa kökenli.”
  Ömer, köpüğü hazırlarken gözlerinin içi ışıldıyordu. Sohbet açmak için Alexandr’ın zihninde birden bir soru belirdi. Alay eder gibi değil, gerçekten merak ederek sordu:
    “Bir şey soracağım… Siz Müslümanlar hep cennetten bahsedersiniz. Nedir o cennet? Nasıldır?”
  Ömer’in elleri bir an durdu, sonra tebessüm etti.
  “Cennet…” diye mırıldandı. “Orası Allah’ın kullarına hazırladığı ebedî saadet yurdu. Düşün ki buradaki güzelliklerin hiçbiri oradakilerin yanında bir damla bile değil. İnsanın kalbi huzur bulacak, gözlerinden korku ve hüzün silinecek. Ne acı, ne ayrılık, ne de yalnızlık olacak. Orada Allah’ın rahmetiyle tertemiz bir mutluluk var.”
  Alexandr’ın kalbi birden ürperdi. İlk kez bu kadar sade ama derin bir tanım duymuştu. İçinde yıllardır yankılanan boşluk, sanki bu sözlerle biraz olsun dolmuştu.
  Tıraş bitmişti, ama Alexandr kalkmak istemedi. Aynada kendi yüzüne bakarken düşünüyordu:
  "Acaba hayat gerçekten bu kadar boş değil mi? Sonunda bir umut ışığı var mı?”
  O gün dükkândan çıktığında kar taneleri sessizce yere düşüyordu. Alexandr ise yıllardır hissetmediği bir sıcaklığı  taşıyordu yüreğinde. Ve ertesi gün, sonra ertesi gün… Alexandr tekrar tekrar Ömer’in dükkânına uğramaya başladı.
**
  Alexandr, artık her fırsatta Ömer’in küçük berber dükkânına uğruyordu. Bazen tıraş olmaya, bazen de sadece kahve içmeye bahane buluyor, asıl maksadı Ömer’le konuşmaktı halbuki. Dükkânın köşesindeki eski radyodan hafif bir ney ezgisi çalar, dışarıda kar yağarken içeride uzun sohbetler başlardı.
  Bir gün Alexandr, masanın kenarına oturmuş, gözlerini yere dikmiş halde sordu:
  "Eğer Tanrı varsa, neden insanlara acı çektiriyor? Niçin hastalık, savaş, ölüm var?"
  Ömer usturasını bıraktı, dikkatle baktı.
  "Güzel bir soru," dedi. “Bak kardeşim, dünya bir imtihan yeri. Hastalık da, sıkıntı da insanın ruhunu olgunlaştırmak için birer vesile. Ateş altını nasıl saflaştırırsa, sıkıntılar da insanın kalbini de bu zorluklar arındırır. Kötülük olmasa iyiliğin kıymeti anlaşılır mıydı?”
   Alexandr, derin bir nefes aldı. Cevap ilk kez aklına oturmuştu.
    Bir başka gün aynı masada tekrar sordu: "Ölümden sonra ne olacak peki? Benim en büyük korkum bu. Her şeyin bitmesi…"
  Ömer, elini Alexandr’ın omzuna koydu. "Ölüm bitiş değil, başlangıçtır. Bu dünya misafirhanedir, kabir de bir kapı. İnsan oradan sonsuz bir hayata geçer. Eğer imanla giderse, ölüm bir zindan kapısından cennetin bahçesine açılır."
  Bu sözler Alexandr’ın içini ürpertti. Ölüm artık karanlık bir çukur değil, başka bir diyara açılan kapı gibi görünmeye başlamıştı.
  Başka bir gün ise fısıldayarak sordu: "Peki Tanrı’yı hiç göremiyorsak, O’nun varlığına nasıl inanacağız?"
  Ömer küçük bir kitap çıkardı; sararmış sayfaları olan Risale-i Nur’un bir parçasıydı.
  "Bak kardeşim," dedi. “Güneşi görmesen bile ışığını hissediyorsun değil mi? Işık varsa güneş vardır. Aynen öyle, şu kâinattaki düzen, güzellik, akıl ve hayat hep O’nun varlığını gösteriyor. Akıl bunu inkâr edemez.”
  Alexandr, pencereden dışarıdaki kar tanelerine baktı. Her birinin farklı şekli olduğunu düşündü. İçinden geçirdi: “Gerçekten, bu kadar düzen rastgele olabilir mi?”
  Günler geçtikçe Alexandr’ın yüreğinde karanlığın yerini bir ışık almaya başladı. Soruları bitmiyordu ama artık her cevabın içinde huzur buluyordu.
  Bir gece yatağa uzandığında fark etti: O eski boşluk yerini sessiz bir güven duygusuna bırakmıştı.
**
  Kış bitmiş, İsveç’in uzun geceleri yavaş yavaş yerini baharın solgun güneşine bırakmıştı. Alexandr, haftalardır Ömer’in dükkânına gidip geliyordu. Her sorusu cevap bulmuş, kalbindeki taşlar birer birer çözülmüştü.
  Ama son bir şey vardı: Karar vermek. Bir gece odasında yalnızdı. Pencereden yıldızlara baktı. Çocukken annesinin “Tanrı göklerde” dediği günler aklına geldi. Sonra babasının “Hiçbir şey yok” diyen soğuk sesi çınladı kulaklarında. Oysa şimdi kalbinin derininde güçlü bir ses vardı: “Allah var.”
  Gözlerinden yaşlar süzüldü. Ellerini açtı, titrek dudaklarıyla fısıldadı: “Ey beni var eden güç… Eğer gerçekten sen isen, bana yol göster. Ben sensiz yapamıyorum.”
  O gece sabaha kadar uyumadı. Kalbinde derin bir huzur vardı. Ertesi sabah kararlı bir şekilde Ömer’in dükkânına girdi. Ömer, müşterisiyle ilgileniyordu ama Alexandr’ın gözlerindeki ışıltıyı görünce her şeyi anladı.
  "Ömer," dedi "Alexandr, artık hazırım. Ben inanıyorum. Müslüman olmak istiyorum."
  Ömer’in gözleri doldu. Müşterisini uğurladıktan sonra Alexandr’ı sandalyesine oturttu. Ona Kelime-i Şehadet’i öğretti. Alexandr titreyen dudaklarıyla söyledi:
  "Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû."
  O an Alexandr’ın içinden büyük bir yük kalktı. Gözyaşlarıyla gülümsedi. Ömer’in ellerini tuttu:
  "Sanki yeniden doğdum." Ömer tebessüm ederek, "Artık kardeşimsin," dedi. “Adını ne koymak istersin?”
  Alexandr hiç düşünmeden, "İskender." dedi. Çünkü yeni hayatında yeni bir isim istiyordu. Bu isim hem köklerini hatırlatıyor, hem de yeni bir kimlik veriyordu.
  O günden sonra İskender, ilk defa secdeye kapandı. Başını yere koyduğunda kalbinden taşan huzuru tarif edemedi. Hayatında ilk kez gerçek manada “doymuş” hissediyordu.
  Ve kendi kendine söz verdi:“Allah bana ölümü seçmişken hayat verdi. Ben de ömrümü O’nun nurunu taşımaya adayacağım.”
**
  Müslüman olduktan sonra İskender’in hayatı kökten değişti. Artık sabahları işe gitmeden önce namaza kalkıyor, dualarını İsveç’in serin sabah rüzgârında fısıldıyordu. Bir süre memuriyetine devam etti, ama masasında otururken kalbine hep aynı ses düşüyordu:
    “Bu masa sana dar geliyor. Vazifen daha büyük.”
  Bir gün Ömer’in dükkânına girdiğinde kararını açıkladı: "Ben artık burada oturamayacağım, Ömer. Devlet dairesinde kâğıtlarla uğraşmak yerine, insanlara bu ışığı ulaştırmak istiyorum."
  Ömer derin bir nefes aldı, tebessüm etti: "Allah yolunu bereketli kılsın kardeşim. Senin için en doğru karar bu."
  Birkaç hafta sonra, sırt çantasına İsveççe ve İngilizceye çevrilmiş Kur’an mealleri, Risale-i Nur kitapları ve bazı hadis tercümeleri koydu. Yollara düştü.
  Kimi zaman trenle, kimi zaman eski bir bisikletle kuzeyin köylerine gidiyordu. Çoğu zaman kapıları tek tek çalıyor, kendini tanıtıyordu:
  "Merhaba, ben İskender. Hayatın anlamını arayan biri olarak yola çıktım. Bulduğum bu ışığı sizinle de paylaşmak isterim."
  İlk başta insanlar şaşırıyordu. Kimisi kibarca teşekkür edip kapıyı kapatıyor, kimisi de alay ediyordu: "Bizim dine ihtiyacımız yok! Bu soğuk topraklarda sadece sıcağa ve ete ihtiyacımız var."
  Ama bazıları vardı ki gözleri doluyordu. Bir köy evinde yaşlı bir çift kitabı alıp elleri titreyerek sayfaları karıştırdı. Kadın gözyaşlarıyla İskender’e sarıldı: "Sen bize yıllardır unuttuğumuz bir umudu hatırlattın."
  Zorluklar da eksik değildi. Bazen köy meydanında gençler etrafını sarıp alay ediyor, kahkahalarla bağırıyordu: "İşte, yeni peygamber! Hadi, bize cennetini göster!"
  İskender ise sakinlikle gülümsüyor, öfkeyle değil şefkatle konuşuyordu:
"Ben sadece sizin gibi bir insanım. Ama Rabbimin gönderdiği mesaj bana huzur verdi. Belki size de faydası olur."
  Alay eden gençlerden biri ertesi hafta gizlice yanına gelmişti. “Bana biraz daha anlatır mısın?” diye.
  Aylar böyle geçti. İskender bazen yorgunluktan çöker gibi oluyor, bazen de tek başına karda yürürken içinden dua ediyordu:
  "Allah’ım, bana sabır ver. Kalpleri sen açarsın.”
  Her yeni gün, onun için bir yolculuktu. Ve o yolculukta taşıdığı kitaplar sadece kâğıt değil, insanlara götürdüğü ışıktı.
**
  O yıl kış erken gelmişti. Kuzeyde günler kısalmış, sokak lambaları öğleden sonra bile yanmaya başlamıştı. İskender, eski bisikletiyle karla kaplı bir köy yolunda ilerliyordu. Çantasında yine Risale tercümeleri, Kur’an meali ve birkaç küçük broşür vardı.
  Köy meydanına vardığında çocuklar ona bakıp kıkırdadı, gençler ise alaycı bakışlarla süzdü. Kimisi fısıldadı: "İşte şu garip adam yine gelmiş…", "Elinde kitaplarla insanları kandırıyor!"
  İskender aldırmadı. Meydandaki bankın üzerine çantasını koydu, kitapları düzenlemeye başladı. Bir süre sonra, kalabalığın arkasından meraklı bakışlı bir genç yaklaştı. On altı, on yedi yaşlarında olmalıydı. Üzerinde ince bir mont, gözlerinde derin bir boşluk vardı. Sessizce yanına geldi:
  "Kitapların… bedava mı?"
  İskender gülümsedi: "Evet, hepsi bedava. Ama esas olan kitabın kendisi değil, içinde yazan hakikat."
  Genç tereddütle kitabı aldı, sayfalarını çevirdi. Bir yerde takılıp kaldı: “Hayatın amacı, ebedî saadeti kazanmak ve Allah’a kul olmaktır.” Dudaklarını bükerek sordu:
—"Ama… Allah varsa niye ben bu kadar yalnızım?"
  İskender derin bir nefes aldı. O soruda yıllar önceki kendi halini gördü.
"Ben de bir zamanlar aynı şeyi sordum," dedi. “Yalnızlık aslında Allah’ı unuttuğumuzda olur. O’nu hatırladığında kalbin hiç boş kalmaz.”
  Genç gözlerini yere indirdi. Uzun süre sustu. Sonra fısıldadı:
  "Benim adım Elias. Evde anne-babam Tanrı’yı inkâr ediyor. Ama ben geceleri hep dua etmek istiyorum. Gizli gizli, içimden konuşuyorum. Belki biri duyar diye…"
  İskender’in kalbi sızladı. Elini Elias’ın omzuna koydu:
  "Kardeşim, bil ki senin dualarını duyan var. Hiçbir fısıltı kaybolmaz. Rabbimiz her şeyden haberdardır."
  O gün Elias, İskender’in bıraktığı kitapları yanına alıp evine götürdü. Günlerce okudu, her fırsatta gizlice İskender’le buluştu. Sorular sordu, cevaplar aldı.
  Ve bir sabah, köyün dışındaki orman yolunda, gözleri dolu dolu İskender’in karşısına geçti: "Ben artık inanıyorum. Kalbim huzur buldu. Müslüman olmak istiyorum."
  İskender, sevinçten gözyaşlarını tutamadı. Elias kelime-i şehadet getirdiğinde kar yağıyordu. Beyaz örtünün altında sanki gökyüzü de şahit olmuştu.
  O an İskender, yılların yalnız yolculuğunun sadece  bu an için olduğunu anladı.

Mehmet Nuri Bingöl

YENİ DOLANDIRICILIK SİSTEMİ!

VARİL PATLADI..1 ÖLÜ

BIÇAKLI KAVGADA ÖLÜ SAYISI 2'YE YÜKSELDİ.

FETÖ YENİDEN YAPILANIYOR

ARALAMAYA GİTTİ CANINDAN OLDU.

LİG TABLOSU

Takım O G M B Av P
1.Galatasaray 4 4 0 0 12 12
2.Trabzonspor 4 3 0 1 3 10
3.Göztepe 4 2 0 2 5 8
4.Konyaspor 3 2 0 1 6 7
5.Fenerbahçe 3 2 0 1 4 7
6.Samsunspor 3 2 0 1 2 7
7.Antalyaspor 4 2 2 0 0 6
8.Gazişehir Gaziantep 4 2 2 0 -4 6
9.Alanyaspor 3 1 1 1 1 4
10.Eyüpspor 4 1 2 1 -3 4
11.Beşiktaş 2 1 1 0 -1 3
12.Fatih Karagümrük 3 1 2 0 -4 3
13.İstanbul Başakşehir 2 0 0 2 0 2
14.Kayserispor 3 0 1 2 -4 2
15.Kocaelispor 4 0 3 1 -4 1
16.Rizespor 3 0 2 1 -5 1
17.Kasımpaşa 3 0 3 0 -3 0
18.Gençlerbirliği 4 0 4 0 -5 0

YAZARLAR