İRAN'A HÜCUMLARDA ONA NEDEN DUACI OLMALIYIZ?
Sünuhat’taki Üstad Said Nursî’nin “İttihad’a şedid muarız idin? Neden şimdi sükût ediyorsun?” sualinin cevabını biraz tavzih edelim.
Osmanlı Devleti'nin 20. yüzyıl başındaki siyasi çalkantılarında devlet üzerindeki en etkili yapı, hiç şüphesiz İttihat ve Terakki Cemiyeti idi. Bu cemiyet, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla siyasi meşruiyet kazanmış, kısa sürede devlet yönetiminde tek söz sahibi hâline gelmişti.
Ancak bu hızlı yükseliş, beraberinde yoğun bir muhalefeti de doğurmuştu. Basın, aydınlar, aralarında Üstad Said Nursî’nin de bulunduğu mütefekkir ve ulemayla bazı eski bürokratlar, özellikle İttihatçılığın otoriterleşmesi, siyasetin askerileşmesi ve Batıcı modernleşme hamleleri nedeniyle rahatsızlık duyuyorlardı.
1914’te başlayan I. Dünya Savaşı ile birlikte bu muhalefetin sesi büyük ölçüde kesildi. Peki, savaş ortamı neden muhalifleri susturdu? Bu durum sadece baskıdan mı ibaretti, yoksa daha derin bir sosyo-politik refleks mi devreye girmişti?
İttihat ve Terakki’ye karşı olan birçok entelektüel ve siyasi figür, savaş patlak verince tenkitlerini geri çekti. Çünkü savaş artık sadece bir hükümet meselesi değil, doğrudan milletin bekasıyla ilgili bir mesele hâline gelmişti. Düşman orduları sınırları zorladığında, dâhili kavgaların vakti olmadığı kanaati kamuoyunda ve muhalefet çevrelerinde hâkim oldu. Bazı muhalif gazeteciler ve eski bürokratlar, “Her şey vatan içindir” düşüncesiyle muhalefeti askıya almayı vazife bildiler.
Buna karşılık, muhalefetin suskunluğunda yalnızca vatanperverlik duyguları etkili değildi. İttihat ve Terakki’nin 1913 Bab-ı Âli Baskını ile tesis ettiği tek parti rejimi, savaş yıllarında daha da otoriterleşti. Basın sansürü artırıldı, muhalif gazete ve dergiler kapatıldı, eleştirel yazarlar sürgüne gönderildi veya tutuklandı. Örneğin Tanin ve İkdam gibi gazeteler zaman zaman uyarıldı, kapatıldı. Dolayısıyla birçok muhalif, susturulmuş olmayı seçmedi; susturulmuştu.
Bazı muhalifler ise savaş sırasında devlet görevi üstlenerek fiilen İttihat ve Terakki iktidarının bir parçası hâline geldiler. Bu ya gönüllü bir vatan hizmeti arzusu ya da bir tür “mecburi birliktelik” idi. Örneğin Cemal Paşa gibi bazı komutanlar, muhalefetle zaman zaman yumuşayan ilişkiler kurdu. Çünkü savaş, iktidar ile muhalefet arasındaki çizgileri daha gri ve muğlak hâle getirdi.
Savaş zamanlarında muhalefetin susması sadece Osmanlı’ya özgü bir olgu değildir. Tarih boyunca birçok millet, dış tehdit karşısında iç tartışmaları askıya alma eğilimi göstermiştir. Ancak bu suskunluk, uzun vadede demokratik kültürün ve siyasî hesap verebilirliğin gelişimini olumsuz etkilemiştir.
İttihat ve Terakki muhaliflerinin I. Dünya Savaşı'nda geri çekilişi hem bir vicdan muhasebesi hem de bir iktidar baskısı sonucuydu. Vatan söz konusu olduğunda muhalefeti ertelemek bir tercihti; ancak bu tercih, savaş sonrası dönemde geri dönüşü zor otoriter alışkanlıkların yerleşmesine de zemin hazırladı.
Muhalefetin susması bazen zarurettir; ama sürekli hâle gelirse bu, sadece muhalefetin değil, milletin de susturulması anlamına gelir. I. Dünya Savaşı’nda yaşananlar, bu tarihî hakikatin yalnızca bir örneği değil, İslâm birliği ve emniyetiyle ilgili hamiyete de bir misaldir.
Üstadımızın cevabı bu açıdan da öte; politik saha dâhil, cihanşümul bir rehber tavrıdır:
“Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan.”
Mehmet Nuri Bingöl